Come, come whatever you are, it dosen't matter....
Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem demsaz, hem müştak bir şeyi kim görmüştür...
22 Aralık 2010 Çarşamba
"ÇARPIŞMA"
Abi bu bizim çocuklar kısa film çekmesini iyi biliyor :)buda ikinci kısa film zevkle izlemenizi tavsiye ederim.
19 Aralık 2010 Pazar
"KIRINTI"
Yol üstü bi mekanda kısa film keyfi :) ben beğendim; çok şey anlatıyor, insani değerlerimizi sorgulamamıza yardımcı oluyor; bakalım sizde beğenecek misiniz?
21 Kasım 2010 Pazar
Raconu Değişen SANAT FİLMLERİ
Bir zamanlar "Gerekirse sanat için soyunuruz." repliği vardı; şimdi ise "Gerekirse sanat için kamera karşısına geçip boş boş bakarız." repliği aldı başını gidiyor. Tabi kimsenin böyle bir cümle kurmayacağını siz de biliyorsunuz. Ancak son dönemlerde izlediğim ödüllü sanat filmlerinin ortak özelliklerine değinmeden edemeyeceğim. Bütün bu sanat filmleri birçok film festivalinde ödül aldı hatta yurt dışında bile ödül alanları var ve bu filmler gerçekten adından çok söz ettirdi. Belli çevreler tarafından büyük takdir de topladı. Ancak görünen o ki birçok insan gibi sanırım ben de bu filmlerin sanatsal yönünü anlamaktan acizim. Belki de bu sanat filmlerinden anlayanların hepsi "Vay be! Adama bak ne film yapmış. Sanat filmi dediğin böyle olur." lafını bize dikte etmek için kendi aralarında bir monopol oluşturmuşlardır. Bizde ağzı açık ayran budalaları gibi bu sanat filmlerinin göremediğimiz sanatsal yanlarını arayıp duruyoruzdur. Beş, altı Sanat Filmi izledikten sonra bende bir sanat filmi çekmeye karar verdim. Neden mi? İşte size neden:Bir sanat filmi çekmek için çok fazla bir bütçeye ihtiyacınız yok anlaşılan. Çünkü; öyle yüksek bütçeli filmler gibi aksiyon sahneleri yok ya da uçaklara, helikopterlere, uzaylılara, devasa yaratıklara, özel güçleri olan insanlara ihtiyaç yok. Sıradan günlük yaşamda karşılaşılan bir hareketlilik yeterde artar bile. Mekan derseniz; filmin tamamını bir evde çekebilirsiniz ya da tenha sokaklarda, mahallelerde; hatta kendi mahallenizde bile çekebilirsiniz. Senaryo derseniz; 90 dakikalık bir sanat filminde bir sayfadan daha az replik içeren bir senaryo hazırlayabilirsiniz. Filmde birbiri ardına gelen kareler arasında illa ki bir bağlantı olmasıda şart değil. Bir sahnede kahramanımız sırt üstü yatağına uzanmış tavanı seyrederken, bir sonraki karede bir ağacın dibine oturmuş elindeki yoyoyu sallayıp durabilir. Sonraki karede ise kahvaltı masasında çatal bıçak sesleri işitebiliriz, ve hemen arkasından yol kenarında sağa sola boş boş baktıktan sonra sırtını kameraya çevirip adamı yürütebiliriz. Tüm bu sahneleri çekerken repliğe hiç ihtiyacınız bile yok ama isterseniz bir öksürük ekleyebiliriz. Evet; Sanat Filmlerinin raconu fevkalade güzel bir şekilde değişti. Artık Sanat Filmleri için soyunmak üçüncü, beşinci, hatta onbeşinci sırada; ama değişen bu raconun olmazsa olmaz kıstasları, kamera karşına geçip anlamsızca etrafa bakıp durmak ve perdenin öte yanındaki insanlardan bu bakışlara çeşitli anlam yüklemesini istemek mi oluyor veya bir sayfayı bile doldurmayan çoğu kez perdedekilerden birinin filmin ilk 20 dakikalık bölümünde tek bir cümle kurduğu ve neden bahsettiğini anlayabilmek için filmden sonra tarot falı bakmayı gerektiren replikler mi (üstelik hiçbir albenisi dahi yok bu cümlelerin öyle sıradan esnerken yazılmış nitelikte replikler), ya da filmi izlerken bir anda öylece araya giren jenerikle birlikte "Aaa!, bitti mi? Ben daha devam edecek sanıyordum." lafını söyletmek mi?
Anladığım kadarıyla bu bahsettiklerim olmadıkça bir sanat filmi çekme olasılığım yok. Ama eğer çekersem de gelecek yıl herhangi bir film festivalinden ödül almadan dönmem mümkün değil. Belkide Cannes Film Festivalinden bir ödülde ben alırım.
Sizce de doğru değil mi?
7 Kasım 2010 Pazar
MUTLU OL
Böyle köylü gibi türkü nerde söyleyceğiz. Siz köylü müsünüz. Batılı olcaz, Çağdaş olcaz, Moderin olcaz, Mutlu olcaz... Mutlu ol bakem!!!
23 Ekim 2010 Cumartesi
Patch Adams
Önceleri "bu nasıl bir tedavi yöntemi diyerek eleştirilen fakat sonrasında galiba bu adamın tedavi yöntemlerine kulak vermemiz gerekiyor" dedirten bir dahi.
Nüfusun %20′sini oluşturan Amerikan vatandaşı zencilerin; beyazların yürüdüğü kaldırımda dahi yürüyemediği, aynı restoranlarda yemek yiyemediği, aynı otellerde kalamadığı veya otobüste beyazların önünde oturamadığı, zencilere hep beşinci sınıf insan muamelesi gösterildiği yıllar… Zencilere karşı güney eyaletlerinde yaşarken gördüğü bu ayrımcılık ve sosyal dışlanma, ona çok ağır gelmiştir.Özgürlükler ülkesi veya domokrasinin beşiği denen ülkede yaşanılan bu ırkçı tutuma "sessiz" kalamayacak ve bu yüzden lisede son iki sene her gün dayak yiyecek. Bu aşağılanma, şiddet ve adaletsizlik Patch Adams'a içinde yaşadığı dünyadaki hayatın anlamını sorgulatıyor ve üç kere intihar teşebbüsünde bulunuyor.
18 yaşında son intihar girişiminden sonra bir anda beyninde yeni bir dünya yaratma fikri oluşuyor.
"Kendini öldüreceğine devrim yap!"
Diyor ki:
"Bugün, evet sadece bugün 30 bin çocuk açlıktan ölecek.
Yarın diğer bir 30 bin.
Bu ilginç değil;
Ancak futbol ilginç…
Bugün 20-50 milyon arası yetişkin adam çocuklarla seks yapmaya yeltenecek.
Bu ilginç değil.
Kirli hava, kirli su, berbat edilmiş çevre de ilginç değil.
Ancak saç bakımı ilginç, ayakkabı ilginç, 3 bin dolarlık saat ilginç.
İşte bu acı veriyor. Acıyı hissetmek, onu çekmek çok ağır, ve sadece acı duyarak yaşamak insanın enerjisini yokeder. Bu yüzden ben acıya odaklanmıyor, oturup hiçbir şey için de kimseye yalvarmıyorum. Acı bir uyarıcı olmalı. Harekete geçmek için bir uyarıcı." ve ekliyor:
"İnsanoğlu eğer değişmezse, bu yüzyılda hayatta kalma şansı yok."
"Ben 65 yaşında hayatımın 'yemek sonrası yenen tatlı' fazındayım. Ben; aşkla, neşeyle bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorum. İşte bu yüzden ben, kendi cennet bahçemdeyim. Ancak problemin farkındayım; oturmuyor, söylenmiyor, şikayet etmiyor ve bir şeyler yapıyorum.
Ancak bugünün bebekleri veya onların ileride olacak çocuklarının, biz bugünden değişmeye başlamazsak, hayatta kalma şansları yok. Bu durum, zenginler ve onların çocukları için de geçerli."
Hastanelerde palyaçoluk yapmayı, okyanusa iğne atmaya benzetiyor. Onun asıl hedefi kapitalizmi bitirmek.
Peki neden hastaneler?
Dünyada "mutlu" tek bir hastane yok. Hepsi hiyerarşik düzende. Zengin hastaneler mutlu, çünkü onların yaptıkları ticari iş kar odaklı. Hastalara şefkat adına ayıracak vakitleri yok. Doktorların çoğu ukala. Kimse de doğal olarak hastanede olmak istemez. Çünkü hastaneler kötü yerler. Ciddi ve bir o kadar da teknolojik…
Bazı hastanelerde gördüğümüz o müthiş tasarımlar, hastalardan çok orada çalışan sağlık personelinin çabuk yıpranmasını önlemek maksadıyla yapılıyor. Yani önce doktorlar, hemşireler rahat etsin, sonra hastalar.
Dünyada şefkati öğreten tek bir tıp okulu yok.
Kurduğu "Gesundheit Institute" aracılığı ile; bedava, mutlu, hiyearşik düzenin olmadığı ve sevinçle kutlanan bir anlayışı tıp okullarına ve sağlık sektörüne yerleştirmeye çalışıyor. Arkadaşlık ve eğlence konseptiyle; yaşlı, akıl hastası, evsiz veya fakir hastaların, sevgi ve şefkat görerek, iyileşmelerine yönelik kurmak istediği 40 yataklı bir hastane var.
Amerika’daki standart bir hastanenin işletilmesi için gerekli olan paranın %10′uyla da bu işin yapılabileceği göstermek istiyor.
Söylenenlere göre "Patch Adams" filminin çekimini, Universal Studio’yu, hastanenin yapım maliyetini karşılamaya söz verdiği için kabul etmiş. Oysa sonrasında, 400 milyonun üzerinde hasılat yapan filmle ilişkisi olan (21 milyon dolar kazanan Robin Williams da dahil) hiç kimseden bir dolar dahi alamamış.
Hayalindeki hastane modeli olur da bir gün hayata geçerse, bugüne kadar konuşma yaptığı binlerce tıp öğrencisinin en az %70′inin gelip burada çalışmak isteyeceklerini düşünüyor. Hem de çok az bir ücretle. Çünkü tıp bilimine adım atan çoğu öğrencinin rüyası da aslında bu. Ancak mezun olduklarında gidecekleri böyle bir kurum yok. Olanların hepsi kapitalist düzenin yarattığı hastaneler. Bu durumda onlar da sisteme ayak uyduruyor.
İşte bu yüzden, 4 yılda gerekli finansal desteği bulup yapacağım dediği hastane, 38 yıldır hala yapılamamış olsa da, ilk günkü heyecanını kaybetmiyor, hayal kırıklığına uğramıyor. "Bunun doğru şey olduğunu biliyorum. Çünkü doktorların, hemşirelerin, herkesin böylesi bir hastanede çalışmak için can attıklarını biliyoruz."
Patch Adams'ın ilham kaynağı olduğu tıp adamlarının son yıllarda "gülmenin sağlığa yaptığı olumlu etkiler" üzerinde çalışmalar yapıyorlar. Adını da "terapötik mizah" koymuşlar; yani mizahı kullanarak hastalıkları iyileştirmek. Uzmanlara göre, stres olduğu zaman vücudumuz kortizol salgılıyor. Yüksek kortizol sistemi de bağışıklık sistemini zayıflatıyor. Gülmek ise bu kortizol seviyesini azaltıyor. Kalp hastası olan bir kişiyi güldürdüğünüz zaman, bu hastalığın tekrarlama riski %40 oranında düşüyormüş. Bu yöntem Türkiye’de de denenmeye başlanmış.
Ancak Patch Adams’ın yola çıkış amacı "terapötik mizah" falan değil. Gülmenin hiç bir zaman en iyi ilaç olmayacağını, en iyi ilacın "arkadaşlık" gülmenin ise sadece bu işin garnitürü olduğunu söylüyor. Aslolan sevdiklerimizle kurduğumuz ilişki.
Nereye giderse gitsin, o şalvar pantalonunun içinde onlarca oyuncak taşıyor. Kafasında ördek şapka, elinde balık. Oynadığı palyaço karakteri için "onun down sendromu var" diyor. Çünkü "down sendromu" olan yetişkinlerin çoğu "koşulsuz sevme" ve komik olma özellikleri taşırmış.
Lösemi hastası birçok çoçuğun hastane köşelerinde unutulup sadece tedaviye mecbur bırakıldıkları bir dünyada o sergilediği palyaço karakterleriyle çoçukların gözlerindeki umut ışığını tazeliyebiliyor; ölüm döşeğinde olan bir hastanın, hasta bakıcılara ve hemşirelere vermiş olduğu eziyeti kendine has yöntemleri uygulayarak tersine çevirebiliyor ve o hastanın belkide hissettiği ızdırabı en aza indirerek gülümsemesine yardım ediyor.
Hastanelere gittiğinde en kötü durumda olanı öğrenip öncelikle onun yanına gidiyor. O hastanın artık tedaviye cevap veremeyeceğini bilse de, hatta yardım etmenin bir fayda sağlamayacağını anlasa da, bir şeyi çok iyi biliyor: o hasta ile, belki sadece gözlerinin içine bakarak bir iletişim kurabilmenin ona varolduğunu, sevildiğini hissettirebilmenin belkide hastanın acısını bir nebze olsun azaltacağını ve belkide tedaviye cevap verebilmesi adına ufak da olsa bir umut oluşturacağını biliyor.


Daha fazla bilgi edinmek isteyen ve Patch Adams'ın gerçekliğine inanamayanlarınız varsa eğer, veya onu bu yazıda bahsedilenlerden daha fazlasıyla tanımak istiyorsanız http://www.patchadams.org adresinden Gesundheit Institute'nin çalışmalarını takip edebilirsiniz. Ayrıca Patch Adams'ın videolarını da izleyebilirsiniz.
İşte olması gereken ve inanıyorum ki herkesin olmasını istediği yeni dünya düzenin çok küçük bir parçası. Koşulsuz sevgi, saygı ve dayanışmanın olduğu, kimsenin kimseye hakaret etmediği, her daim barışın süregeldiği, en başta bireyin kendisini sevebildiği, sadece kendimize karşı değil dostlarımıza, arkadaşlarımıza hatta tanımadığımız insanlara karşı dahi sorumluluklarımızın olduğunun hatırlatıldığı, insanın bu çirkinliklerle dolu dünyada yaşaması için umut aşılayan, hepimizin görmek isteyeceği fakat belkide hiçbirimizin göremeyeceği veya sadece bir kaçımızın görebileceği minik bir dünya kurmuş.
Teşekkürler Patch Adams
NOT: Yazının bir kısmı Fikir Atölyesi adlı internet sitesinden alınmış derlenmiş ve eklemeler yapılarak sizlere sunulmuştur. Umarım site sahibi arkadaşın olumsuz tepkisiyle karşılaşmam :)
31 Ağustos 2010 Salı
İnsan ile Eşek Arasındaki Fark...
Eşek = yemek + uyumak olduguna göre ilk denklemde Yemek + uyumak yerine eşek koyabiliriz
İnsan = eşek + para kazanmak için calışmak + eğlenmek
Bu yeni bir denklemde her iki taraftan eğlenmek çıkartılırsa insan – eğlenmek = eşek + para kazanmak icin çalışmak
Sonuç :Eğlenmesini bilmeyen insan sadece para kazanmak için çalışan eşekten başka birşey değildir…
Çinli filozof Chang Ying Yue dan : Her kim gün boyunca arı kadar aktif bir boğa kadar güçlü bir at kadar çalışkan olduğu halde, akşam olunca bir köpek kadar bitkin eve dönüyorsa bir veterinere görünmelidir
Çünkü eşek olması kuvvetle muhtemeldir. ...
Bir Kurbağa VRAK Dedi...
Akşam vaktiydu ha ben de çıktım bizim ayvana etrafa bakayrum. Aradada dumanlanayrum, ee needecesun daa gecenin bi vakti dışarı çıktın oki aviye yakalanursun birde bızıklattun aviyi şamarı yalatur suratan. Hernayse biz ha bu kurbağaya dönek. Gece ayvanda dumanlınıyerim vişnenun dalida ha bizum ayvana sarkmuştur, bi yandan vişna yiyarım bir yandan dumanlanıyerım ola baktum bi kıpırti var vişnada nedur bu dedum ayvandan sarktım vişnaya oki ne görem yolunu şaşurup gelip vişna ağacına çıkmış bi kurbağa, oki aldım benum makinayı bir ordan çekeyrum bir burdan çekeyrum ırzı kırılasice birde poz veriyer.
Needem bende bastum oki makinaya çektum resumlarını kurbağanun; ha bide okadar fotosunu çekmuşam bide bağa naz yapayi beçin uşaği döndi kıçıni oturdu vişnanın tepesina ola benu bir gülme aldıki sorma getsun.
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Dana her zaman DANA'dır...
Etrafta dolaşırken yukarı mahallelerinin evlerinin birine ait harmanda gördüm danayı. Çitlere doğru yanaşmaya başladım benim yaklaştığımı farkedince hemen yerinden kalktı yanaşabildiği kadar yanaştı. Sanki elimdeki makinayı görüp poz verircesine bi bakış attı. Bende usta bir fotoğrafçı edasıyla bastım deklanşöre. Bizim dana huysuz, kibirli mankenler gibi fotoğraftan hemen sonra uzaklaşmaya başladı. Eee nede olsa dana her zaman danadır.
Yeşilin Eşsiz Güzelliği
Umuda yolculuğun en güzel adresi Karadeniz... Yeşiliyle, hırçın deniziyle düşler aleminde gezintiye çıkarır sizi. Her anınız bir ömre bedel geçer; işte bu karadenizin güzelliğinde yatan sırdır. Tatilimi Artvinde geçirdim. Bu güzel kareler Artvinin paha biçilemez, bakmaya kıyamayacağınız, keşke bir tablo olsa da odamın duvarına asabilsem dedirttecek güzelliğinin belgesidir.
Ne yana baksan yeşil ve orman. İnsanoğlu insan olduğunu ancak bu topraklarda anlıyor.
10 Ağustos 2010 Salı
HEY GİDİ KARADENİZ......
15 Haziran 2010 Salı
Bir Zamanlar Çocuktuk


Hatırladınız demi. Evet, benim gibi 20 yaşını çoktan devirdiyseniz sizde misket oynamışsınızdır hayatınız belli bir döneminde. Ne güzel günlerdi; mahallenin tüm çoçukları toplanır binbir çeşit misket oyunu oynanırdı. Sadece misket oynamakla kalsak iyi, bide misketlerimizin ahenklerinide birbiriyle karşılaştırırdık. En güzel görüntüye sahip misket hep atış için kullanılırdı. Hey gidi günler hey bir zamanlar bir torba dolusu (sayısını ben bile hatırlamıyorum ama çok fazlaydı) misketi olan ben, şimdi burdaki resimlerle avutuyorum kendimi.

"Kaçardan oynuyoruz millet, kaçardan olucak beşerden" sıra sıra dizilir o misketler en uzağa misketini atan yada çekilen çizginin arkasına çizgiye enyakın bırakan ilk atış hakkına sahip. Ve sıra atış yapmaya geldi; evet baş altıyı vurdum heyt be hepsi benim. Çocukluğumuzun tartışmasız en güzel günleri. Bide baş altının altının altı vardı :) çocukluk işte nelerde üretirmişiz. Kemik misketlerimiz vardı bizim mikalarımız vardı cam vardı bide dobilerimiz vardı. Vardı da vardı peki ya şimdi sadece internetten bulunan bikaç fotoğraf.
13 Haziran 2010 Pazar
Fenerbahçe Ülker Nasıl Şampiyon Oldu?

Bir sezonu daha geride bıraktık, şampiyon geçen yılın acısını çıkartırcasına Fenerbahçe Ülker oldu. Peki ama Fenerbahçeyi şampiyonluğa götüren neydi. Sezon boyunca istikrarsız bir oyun ortaya konmuş bununla birlikta sakatlıklarla boğuşulmuş, ligin belli bir süresi oyun kurucusuz geçilmiş, nba patentli oyuncusu Griçek'ten kadroda bulunduğu 2 yıl boyunca verim alınamamış, Ömer Aşık gibi genç ve yetenekli bir pivotla sorunlar yaşanmaya başlamış ve euroleague erken havlu atılmış. Tüm bunlar bir takımın tepe taklak gitmesi için yeter de artar bile. Bu aksilikler yetmezmiş gibi takımın coachu Tanjevic'in kanser rahatsızlığı eklenmez mi. İşte işler şimdi çığrından çıktı diyebiliriz. Başka bir takımın bunlar başına gelse herhalde ligi orta sıralarda bitirir ve plaf-off'lara erken veda ederdi. Ancak fenerbahçe tüm bu olanlara rağmen sezon içinde Türkiye Kupasını kazanıyor yarı finalde ezeli rakibi Efes Pilseni saf dışı bırakıyor ve 43 yıllık hasrete son veriyordu. Bu başarı aslında takımın birbirine yıllarca adapte olması ve takımı ayakta tutmasını bilen sorumluluk alan ve takımı yönetebilen 3 muhteşem adamın oyuncu olarak bu kadroda yer almasıydı. Ömer Onan , Mirsad Türkcan ve kaptan Damir Mrsiç. Her üç oyuncuda tecrübeleri sayesinde bu takımın zor zamanlarda ayakta durmasını ve beko basketbol liginde finale çıkmasında büyük pay sahibiydiler. Final serisinde Fenerbahçe taraftarının "Acaba Ertuğrul hoca takıma nasıl katkı yapacak?" sorusu akıllardan çıkmıyordu. Ancak Ayhan Şahenk'te oynanan ilk maçla bu soruda ortadan kalkmıştı. Ertuğrul Erdoğan yıllarca çok tecrübeli antrenörlerin arkasında çalışarak ciddi bir tecrübeye sahipti ve bu tecrübeyide parkeye iyi yansıtmıştı. Fenerbahçe ilk maçta sert savunmayla, akıllıca hücum ederek Efes Pilseni yenmiş seride öne geçmişti. Dış atışları oldukça az kullanarak içerden oynayıp rakibini perişan etmişti. Efes Pisen ise sadece translation hücumlar, Smith'in uzun mesafeli zorlama üçlükleriyle ayakta durmaya çalışıyordu. Sadece ilk maçta Efes böyle hücum etmedi tüm seri boyunca translation hücumlara ve Charles Smith'in eline baktı. İkinci maç Efes'in bu stratejisi tutsada 3. ve 4. maçlarda bu durum pek işe yaramadı.Üçüncü maç Fenerbahçe Ülker için biraz sancılı olsada kazanılmıştı. Fenerbahçe özellikle savunmada seri boyunca 40 dakika her ne olursa olsun disiplini elden bırakmadı; özellikle Kinsey, Ömer Onan ve Vidmar müthiş savunma yaptılar. Yardım savunması eksiksiz yerine getirildi, birkaç pozisyon dışında adam kaçırmadı ve kolay şut şansı tanımadı Fenerbahçe savunması. Ancak 4. maçta son 15 dakikalık periyota girilirken Efesin 17 sayı farkla önde olduğu maçı kaybetmeside tam bir fiyasko olarak nitelendirilecek cinstendi. Tabi burada coach Ertuğrul Hocanın zone prese geçişteki zamanlaması, seyircinin olağan üstü desteği ve Preldziç'in son çeyrekteki müthiş katkısını gözardı edemeyiz. Seri 3-1 olmuş Efes için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Beşinci maç Efesin sahasında ve Efes beklendiği gibi maça iyi başladı ve sonunda galip gelmeyi bildi. Ancak bir nokta vardı ki, Efes hücum varyasyonu yapamıyordu, seri boyunca sadece translation hücümlarla sayı bulan ve bunula beraber 5. maç Smith'in el üstünden ve uzun mesafeli şutları, Rakoçeviç'in dengesiz atışlarına rağmen yüksek yüzdeyle oynayan Efes maçı aldı. Tek farklılık bu maçta kenarda unutulan Ermal'in pota altından ürettiği sayılardı.(Bir hücüm sırasında Kaya'nın perdelemeye gelmemesi sonucu Ender'in kaybettiği top sonrası Ender'in "neden perdelemeye gelmiyosun Kaya" serzenişi Efesin içinde bulunduğu durumu özetlemeye yeter sanırım.) Seri 3-2 oldu ancak Fenerbahçe kendi seyircisi önünde şampiyon olmak istiyor ve ilk periyot maçın sonunun ne olacağı belli ediyordu. 10 dakika içinde hemde final serisinde 22 sayı farkla geriye düşüyorsanız birde deplasmandaysanız o maçın geri dönüşü yoktur. Nitekim bu durum gerçek oldu periyotun hemen başında yapılan teknik faüller organizyon dışı hücumlar ve savunmada yapılan hatalar Efes için serinin sonunu getirmişti. Fenerbahçe için güle oynaya kazanılan farkın bir ara 30 sayının üstüne çıktığı bir maç oldu. Son olarak seri boyunca muhteşem savunma yaparak Smith'in, Rakoçeviç'in ve Ender'in maça katkısını minumum seviyeye çeken Kinsey ve Ömer Onan; seri boyunca gereken anlarda takımın skor yükünü çeken Preldziç, Mirsad, Ukiç, Greer ve Vidmar; pota altını karartmak için elinden geleni yapan Oğuz ve Semih; her soluna vurduğu topu üçlükle sonuçlandıran kaptan Damir; takımı kusursuz yönlendiren coach Ertuğrul hoca ve takımı hastalık sürecinde dahi kenarda destekleyen Tanjeviç bu şampiyonlğun en önemli mimarlarıydı. Takım olgusunu, savunma sertliğini ve hücumda paylaşımı seri boyunca en iyi şekilde yapmaya çalışan Fenerbahçe Ülker şampiyonluğu sonuna kadar hak etti.
Not: Takıma yarar sağlamayan Griçek'in gönderilip yerine Vidmar'ın getirilmesi belkide bu şampiyonluğun en önemli faktörüydü.
11 Haziran 2010 Cuma
Sarmaşık ve Gündöndünün Hikayesi
Bir varmış bir yokmuş. Bahçenin birinde güneşe sevdalı bir gündöndü yaşarmış. Onun dibinde de gündöndüye sevdalı bir sarmaşık; gündöndünün gövdesine sımsıkı sarılır, yüzünü ona dönsün onu sevsin diye umutla beklermiş. Gündöndü ise her sabah güneş doğduğunda yüzünü sevda ile göğe çevirip hayran hayran güneşi seyredermiş.
Sarmaşık çaresiz daha bir sıkı sarılırmış gündöndüye. Ama nafile, gündöndünün aklı hep güneşteymiş.
Akşam olup da güneş battığında, sevdiğini yitiren gündöndü boynunu büker içine kapanır kalırmış üzüntüden. Sarmaşık daha sıkı daha sıkı sarılırmış o zaman gündöndüye.
Gel gelelim sabah olduğunda gündöndünün yüzünü kendisine çevirmeyeceğini, güneşle gündöndünün arasına giremeyeceğini anlamış sarmaşık.
Ama bir sabah minik sarmaşık uyanınca ne görsün İlk defa sevgili gündöndüsünün yüzü güneşe değil kendisine dönük. Sevinçten az kalsın çığlık atacakmış ki, gündöndüsünün öldüğünü anlamış .
Çünkü sarmaşık sevdiğinin yüzünü kendisine çevirmek için onun gövdesine sımsıkı sarıldıkça ,yavaş yavaş onu boğduğunu, öldürdüğünü hiç fark etmemiş. Gündöndü ölünce sarmaşığın sarılacağı bir şey kalmamış. Zamanla oda sararıp solmuş. Birgün çiftçinin biri gelmiş bakmış ki sararmış, solmuş, ölmüş bir sarmaşık ve gündöndü ikisini de koparıp bir kenara bırakmış ve gitmiş.
6 Haziran 2010 Pazar
Nefes
Bir nefestir neyin derinliklere karışan sesi, insanın ruhunu alıp diyardan diyara sürükler. Bir şeker kamışının eşsiz renk cümbüşü yaratabileceğini kim tahmin ederdi ki. Soluksuz dinlenebilecek; dinlendikçe insanı cezbedebilecek, belkide yol kenarında görsek üzerine basıp tarumar edeceğimiz o eşsiz sesin sahibinden bahsediyorum. Acaba cennetten kovulan Adem yasak meyvayı neyin sesine kulak vererek mi yemişti. Belki de öyledir. Evet, bu ses bir tılsım; yaradanın insanlık alemine bahşetmiş olduğu bir tılsım, eğer siz bu tılsımı yüreğinizin derinliklerinde hissedebilirseniz, o zaman cennetin kapılarını aralamak üzere ilk adımı atmış olursunuz. Belki de bu ses bir vuslat çağrısıdır bilinmezler ülkesinde. Yer ile yeksan olsa bu alem neyden aklını alıpta kalkamazsın yerinden. Onun içindir ki cenneti beklerken mutlaka neyin nefesini zihninizde zuhur etmelisiniz.